Psikiyatri bir tıp dalıdır. Başlıca ilgi alanı beyin hastalıklarıdır. Bu alanda günlük dilde akıl hastalığı, ruh hastalığı, sinirlilik halleri denilen durumlar yer alır. Bu hastalıklar düşünce, davranış, duygu değişiklikleri ile kendini gösterir. Psikiyatri bu hastalıkların tanı ve tedavileriyle uğraşır. Ruh-zihin gibi kavramların bedenin işlevlerinden bağımsız olduğu düşüncesi yaygındır. Bizler mesleğimize adını da veren “ruh kavramı” ile beynin duygu, düşünce, davranışlarla ilgili işlevlerini anlıyoruz.
Freud’a göre çalışabilen ve sevebilen insan sağlıklıdır. Elbette çeşitli rahatsızlık verici duygularla gündelik hayatımızda karşılaşıyor, baş etmekte güçlük çekiyor olabiliriz. Bunlar elbette her zaman hastalık belirtisi değildir. Olgunlaşmak, bunlarla baş etme becerilerimizi geliştirmek isteyebiliriz, çeşitli yöntemlere başvurabiliriz. Ama bir taraftan dan da bunların ruhsal hastalık nedeniyle ortaya çıkmış olması mümkündür ve o zaman önce tanı sonra tedavi için profesyonel yardım almanız gerekir.
Beyin de diğer organlar gibi hastalanabilir. Bunun çeşitli genetik yatkınlık ya da çevresel stresörler gibi sebepleri olabilir. Nasıl ki diğer bedensel hastalıklarımızda tedavi arayışına giriyor, hastalıktan utanmıyor, önce kabul ediyor sonra tedavi arayışına giriyorsak aynı şeyi psikiyatrik hastalıklarda da yapabilmeliyiz. Çünkü ruhsal Hastalıklarda Erken ve Etkin Tedavi Riskleri Önler. Tedavisizlik ise yaşamı bozar.
Ülser olduğumuzda karnımızın ağrıması gibi depresyona girdiğimizde yoğun bir üzüntü hayata dair isteksizlik hissedebiliriz. Karnımız ağrıdığında doktora gideriz ama üzüldüğümüzde gitmeyebiliriz. Çünkü bizi birisinin üzdüğünü düşünebiliriz. Oysa bizi biri üzüp, strese bağlı mide asit salgımız artıp ülser olduğumuzda ülserin tedavi edilmesi gerekir. Tıpkı bizi biri üzüp dış etmenlere bağlı depresyona girdiğimizde depresyonun tedavi edilmesi gerektiği gibi. Şansımıza strese bağlı mide ülseri sadece asit salgısını azaltan ilaçlarla tedavi edilebilirken, strese bağlı depresyon hem antidepresan ilaçlarla hem de kanıta dayalı psikoterapi yöntemleri ile tedavi edilebilir. Hangi tedavinin size uygun olduğunu hekiminizle seçebilirsiniz. Ayrıca ülserin mide asitini arttıran stres gibi nedenler dışında başka organik sebepleri olabileceği gibi depresyonunda üzüntü gibi dışsal sebepler dışında başka organik sebepleri de bulunabilir ve ayırıcı tanıyı sadece hekiminiz yapabilir.
Ruhsal hastalıklar toplumda yaygın olarak görülmektedir. Depresyon, fobiler, panik bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk ve anksiyete bozuklukları en sık görülen ruhsal hastalıklardandır. Alkolizm, madde kullanım bozuklukları, bipolar bozukluk ve şizofreni uzun yıllar sürebilmektedir. Ayrıca kişilik sorunları hastaların iyileşmesini zorlaştırmaktadır. Psikososyal sorunlar ve çeşitli yaşam olayları ruhsal sorunların ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Günümüzde ruhsal hastalıkların etkin tedavisi ilaç tedavilerinin psikoterapiyle birlikte uygulanması ile sağlanmaktadır. Gerektiğinde aile ve evlilik terapisi de yapılmalıdır. Buna ek olarak kişinin anlamlı ve tatminkar bir yaşam sürdürdüğünü hissettirecek psiko-eğitim, beceri kazandırılması çalışmalarına ihtiyaç vardır.
Ruhsal Hastalıklara yönelik "damgalama" eğilimi (stigma) ve bu eğilimin sonucu ruhsal sorunları olan hastaların toplumdan "dışlanması", hastaların ve yakınlarının sorunlarını gizlemesi yardım almamasına bu da sorunlarının artmasına yol açabilir. Yapılan çalışmalar ruhsal sorunları olan kişilerin ve yakınlarının, toplum içinde onları damgalayıcı nitelikteki davranışlarla karşılaşmış olduklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle ruhsal sorunları olan kişiler hastalığı saklamakta ve yakın aile üyeleri dışında kimseye söz etmemektedir. Ve maalesef yaşadıkları içsel damgalama ne denli yoğunsa tedavi başarısı da o kadar düşük olmaktadır.
Yaşam kalitesini bozan, tedaviye devamı engelleyen ruhsal hastalıklardaki "damgalama" ve "dışlamaya" karşı kampanyalar son yıllarda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından geliştirilmektedir. Bu hastalara yönelik toplumdaki olumsuz tutumun kaynağı ruhsal hastalıklara ilişkin bilgi eksikliği ve ön yargılardır. Oysa Fransisco Goya, Vincent Van Gogh, Paul Gauguin, Edward Munch, Bertnard Russel, Winston Churchill, Abraham Lincoln, Salvador Dali, John Nash gibi birçok siyasetçi ve sanatçının çeşitli ruhsal hastalıklardan tedavi görmüş oldukları bilinmektedir.
Tedavisiz kalan ruhsal hastalıklar olumsuz riskler doğurur. Kişi mevcut yeteneklerini kullanamıyor, kapasitesinin altında işlerde çalışıyor, tüm gününü olumsuz duygularla boğuşmakla geçiriyor, uyku iştah değişikliği yüzünden yaşam kalitesinde bozulma yaşıyor olabilir. Beklenmeyen intiharlar, kendilerine ya da başkalarına zarar verme girişimleri olabilir. Beden sağlığı bozuluyor olabilir. Ruhsal sorunları olan kişilerin hekimlere başvurması ile bu tür riskler önlenmektedir.
Psikiyatrik hastalıkların tedavisinde, hastalıkların özelliklerine göre farklı yöntemler uygulanır. Doğrudan bedene uygulananlar (ilaç, elektrokonvulzif tedavi vb) olduğu gibi, insanın duygusal, düşünsel özelliklerini veya ilişkilerindeki değişkenleri hedef alan yöntemler (psikoterapi) de meslek alanımızda yer alır. Bu yöntemler ancak eğitimini almış kişilerce uygulanabilir.
Psikiyatrik ilaçlar iyi hissetmek için kullanılamaz. Ancak hastalık söz konusuysa kullanılabilir. Herkes üzülebilir fakat depresyon bir hastalıktır ve bu tanıyı ancak sizi muayene eden hekim koyabilir. Bu ilaçlar hekimin önerdiği şekilde ve süre boyunca kullanılmalıdır. Gerekli olmadığı halde uzun sürelerde kullanılabilen antidepresan ilaçların uzun süreli kullanımı aslında kısıtlı durumlarla sınırlıdır. Bir diğer durum ise ihtiyacı olan kişilerin ilaç tedavilerinden kaçabilmesidir ki bu durumda tedavisiz ruhsal hastalığın olumsuz sonuçlarıyla uğraşılmaktadır. Hekiminize ilacın içeriğini, size ne etki yaptığını, yan etkilerinin olup olmadığını, ne süre ile kullanacağınızı, nasıl keseceğinizi danışabilirsiniz.
Psikiyatrik bilgi ve uygulamalar bilimsel veriye dayalı olmak zorundadır. Son dönemde beyne ilişkin bilgi birikiminde artış olmuştur. Bu durum tedavi yöntemlerinde de eskisine göre daha hızlı değişiklikler ortaya çıkarmıştır. Ancak yeni bir tedavi yönteminin ya da ilacın deneysel çalışmalardan uygulama alanına girmesi için bilimsel ve etik olarak tanımlanmış süreçlerden geçmesi, etkili olduğunun kanıtlanması ve meslek topluluğunca kabul edilmesi zorunludur. Bu bağlamda henüz deneysel aşamada olan bedene uygulanan tedavilerin günlük tedavide kullanılması da, belirli bir yöntem olmadan “sohbet” etmenin de “psikoterapi” adı altında uygulanması da meslek ilkelerine aykırıdır.
Şizofreni ömür boyu süren, kronik, yıkımla gidebilen, anormal zihinsel işleyiş ve davranış bozukluklarına yol açabilen nöropsikiyatrik hastalıktır ve dünya nüfusunun yaklaşık %1’ini etkiler.
Şizofreni de iskemik kalp hastalığı gibi diğer karmaşık bozukluklara benzer şekilde pek çok risk faktörünün sebep olduğu bozukluktur. Şizofreni risk faktörleri yaşamın hem erken hem de ilerleyen yıllarında ortaya çıkarlar ve birbirleriyle etkileşirler. Şizofreninin tek bir nedeni yoktur, risk faktörleri karşılıklı etkileşerek bireyi hastalık dışa vurumu için gerekli eşiğin üstüne çekerler.
Şizofreni etyolojisinde genetik risk faktörlerinin rolü açıktır ancak tümüyle genetik ile açıklanamaz ve çevresel risk faktörlerinin rolü üzerine de çok sayıda literatür mevcuttur. Şizofreni için çevresel risk faktörleri; güç doğum, gebelikte geçirilen enfeksiyonlar, Şehirde doğum, Kış sonu/ilkbahar doğumları, göçmenlik, Kronik esrar kullanımı, Yaşam olayları ve Stresdir.
Şizofreninin altta yatan nedenlerini anlamak çeşitli sebeplerle güçtür; anormal genlerin ve çevresel faktörlerin beyin gelişiminde nasıl rol oynadığını bilmemekteyiz, ikinci sebep ise şizofreninin bir hastalıktan daha fazla olmasıdır yani benzer sebeplere yol açabilecek altta yatan biyolojik anormallik birden daha fazla olabilir. Genetik çalışmalar ve çevresel faktörlerle ilgili çalışmalar nadiren aynı kişiler üzerinde yapılmaktadır ve eldeki delillere göre kalıtılan şey şizofreni değil fakat belli bir aralıktaki davranışsal, fiziksel ve kognitif anormalliklerdir (şizofreni spektrumu). Şizofreni için birden daha fazla nedensel yol olabilir yani farklı kişiler farklı sebeplerle hastalanabilir. Şizofreninin sebepleri halen yeterince anlaşılmadığı için tüm şu nedensel yollarla şizofreni ortaya çıkıyor olabilir; A ve B genlerinin her ikisine de sahip herkes bir şizofreni spektrum bozukluğuna sahip olacaktır; A genine sahip kişiler sadece eğer anneleri gebelik esnasında kritik bir dönemde ciddi stres altında kalırsa bir şizofreni spektrum bozukluğuna sahip olacaktır; Eğer bir anne gebeliği sırasında doğru zamanda yeterince ciddi bir strese maruz kalırsa herkes bir şizofreni spektrum bozukluğuna sahip olacaktır.
Şizofreni, kişinin dünyayı algılama tarzını, düşünce ve duygularını etkileyerek başkalarından farklı davranışlar göstermesine yol açan bir rahatsızlıktır. Kişiler arası ilişki kurmayı sağlayan işlevleri bozabilir. Benlik bütünlüğünü koruyamadığı için başkalarına karşı kendisini savunmasız hissetme, insanlara güveninin kaybolması, kendi dünyasına çekilme, ilişkilerini asgariye indirmeye yol açar. Bu farklılaşma; aile ilişkileri, kişiler arası ilişkiler, okul, iş ve sosyal uyum üzerine olumsuz bir şekilde yansır. Rahatsızlık süreci ilerledikçe, toplumsal ortamdan uzaklaşma, kendi dünyasına kapanma artar. Şizofrenisi olan kişinin kendine özgü dünyasını anlama çabasında olmayan ön yargılı yaklaşımlar, sorunu iyice çözümsüz hale getirebilir.
Şizofreninin nörotransmisyon sistemler üzerine etkilerinin anlaşılmasıyla geliştirilen çağdaş psikiyatrik ilaç tedavileri ile erken tanı ve uygun tedavi ve tedavinin sürdürülmesi ile hastalığın yol açtığı yıkımın önüne geçilmiştir.
Gerçeği algılamadaki farklılıklar, çevreye ilgide azalma, sorumluluk almakta ve yerine getirmekte güçlük gibi şizofreni rahatsızlığının doğasına ilişkin sorunlar nedeniyle yaşanan uyum sorunlarına yönelik etkin psikoterapötik yaklaşımlar kullanılmalıdır.
Rahatsızlığı olan kişinin iç dünyasındaki karışıklığı düzeltecek hem de toplum içindeki yalnızlığını ortadan kaldıracak, giderek yitirmekte olduğu yetenek ve becerilerini ona yeniden kazandıracak, bozulmuş iletişimi yeniden kurabilmesine olanak verecek tedavi yaklaşımlarının gereklidir.
Eksiklikleri ve kayıpları ortadan kaldırma, duygusal destek sağlama, yaşam olaylarına yönelik uygulanabilir bilgi ve beceri kazandırmak tedavide hedeflenir. Etkin dinleme, günlük yaşamı etkileyen sorunların çözümü üzerine konuşma, hastalık belirtileri, nüks ve riskler konusunda bilgilendirme, tedaviye uyum sağlama ve sosyal ilişkileri desteklemeye yönelik olarak uygulanan Destekleyici psikoterapi faydalıdır. Kişi hastalık belirtileri ve belirtilerin stresle ilişkisi konusunda eğitildiğinde sıkıntı yaratan durumlarla başetme, kontrol altına alma ve savunma stratejileri geliştirme şansına sahip olur, işlevselliğin artırılması ile rahatsızlığın olumsuz gidişinin engellenmesini amaçlanır.
Şizofrenisi olan kişinin sorunları, işlevsel açıdan ele alınarak uyumsuz davranışın yerine uyumlu davranışın konması hedeflenir. Hem yitime maruz kalan yetiler hem de sağlam kalan davranış özellikleri ele alınır. Halihazırda sahip olunan beceri ve yetenekler aracılığıyla günlük yaşamdaki işlevsellik artırılmaya çalışılırken, yitirilen davranışları da yeniden kazandırma stratejileri uygulanır. Bu amaçla;günlük faaliyetlerin kayıt edilmesi, program hazırlama ve uygulama, ev ödevlerinin gerçekleştirilmesi tedavinin önemli unsurlarındandır.
Şizofreni, kişiyi olduğu kadar aileyi de derinden etkileyen bir rahatsızlıktır. Aile tedavileri, şizofreninin yarattığı bunaltının, şizofrenisi olan kişiye ve yakınlarına yüklediği zorlukların gerilimini, yeniden ona yansıyarak, rahatsızlık sürecini olumsuz etkilemesini önlemek amacıyla uygulanır. Rahatsızlığın oluşması ve ortaya çıkmasındaki aileye ait hazırlayıcı etmenleri anlamaya, rahatsızlığın ailede yarattığı olumsuzlukları ve güçlükleri ortadan kaldırmaya yönelik bu tedavi yöntemi ailenin rahatsızlığı doğru anlamasını, akılcı bağlantılar kurmasını, olumlu tutumlar ve gerçekçi beklentiler geliştirmesini olanaklı kılar. Rahatsızlık konusunda bilgi sağlanarak ailenin kaygılarının, çatışmalarının anlaşılması ve dile getirilmesine olanak sağlama, Ortaya çıkan sorunları çözme, çözüm yollarını geliştirmeye yönelik bir zemin hazırlama, seçenekler oluşturma, kullanılabilir öğütler verme, Rahatsızlığa karşı dayanma gücünü arttırma, Aile içi duygu dışa vurumunun uygun biçimde yapılmasını sağlayarak, iletişim becerilerini geliştirme amaçlanmaktadır.
Ayrıca, toplumsal yaşama uyumunu arttırmak amacıyla yaşadığı toplumda öne çıkan kişileri bilgilendirmek, toplumdan soyutlanmasını engellemek, ona özgü yaşam koşullarının oluşturulmasını sağlamak hedeflenir. Şizofrenisi olan kişinin işlevsel durumuna uygun sorumluluk alması sağlanmaya, hasta rolünden sıyrılıp normal yaşam tarzına yakın davranışlar geliştirilmesi olanaklı kılınmaya çalışılır.
En sık görülen psikiyatrik hastalıklardır. Tek uçlu (unipolar) sadece tekrarlayan depresyonlar, bipolar bozukluk ve distimik bozukluk, siklotimik bozukluk, genel tıbbi hastalıklara, kullanılan ilaçlara bağlı duygudurum bozuklukları gözükmektedir.
Depresyon sözcüğünün Latince kökü “depresus” dur; aşağı doğru bastırmak, çekmek, bitkin gamlı-kederli olmak anlamına gelir. Tıbbi terminolojide “çökkünlük” olarak ifade edilir. Depresyon hem ülkemizde, hem de dünyada önemli bir toplum sağlığı sorunu konumunda halk sağlığını dünya ölçeğinde en çok tehdit eden sorunların başında gelmektedir.
Yüksek yaygınlık dışında tanı güçlükleri içermesi, kronikleşme riskinin ve intihar davranışı sıklığının artması, yarattığı yeti yitimi ve ekonomik sonuçlar depresyon önemini giderek arttırıyor. Depresyon vakalarının en az yarısı tanı konamadığından dolayı tedavi edilemiyor. Tedavi edilemediğinde depresyon’un şiddeti artabilir ya da intihar ile sonuçlanabilir. DSÖ, depresyonun yaygınlığının yetişkin nüfusta %5 civarında olduğunu belirtmiştir. Dünya sağlık örgütü-global hastalık yükü 2020 öngörüsüne göre İskemik kalp hastalıkları sonra sağlığımızı en çok tehdit eden hastalık olarak 2. Sırada M. Depresyon yer alacaktır.
Depresyon çeşitli şekillerde karşımıza çıkabilir. Unipolar Majör depresif bozukluk, Distimik bozukluk, Bipolar bozukluk'taki depresyon, genel bir tıbbi duruma bağlı depresyon, depresyonlu uyum bozukluğu, premenstrüel disforik bozukluk, minör depresif bozukluk bunlardan bazılarıdır.
Depresyon kişinin kendisini hemen her gün süren, çökkün-üzgün hissettiği, sinirli olabildiği, uyku-iştah değişiklikleri yaşadığı, insanlardan uzaklaşıp içe kapandığı, özgüvenini kaybettiği, değersizlik suçluluk hissettiği, hayattan zevk alamadığı, halsiz bitkin yorgun olduğu, karamsar düşündüğü, alıngan olduğu, karar veremediği, dikkatini toplayamadığı, bazen keşke ölsem de kurtulsam diye düşündüğü, günlük işlerini sürdüremediği, en az 2 hafta süren, ilişkileri ve işlevlerini bozan bir dönemdir.
Maalesef hastaların % 25’i etkili bir tedaviye ulaşabilmektedir. Etkili tedaviye engel olan etkenlerin başında kaynak yetersizliği, yeterince eğitilmiş sağlık personeli olmayışı ve psikiyatrik hastalıklarla ilgili toplumda damgalanma riski nedeniyle tedaviden kaçma gelmektedir.
Depresyon toplum hayatımızı tüm alanlarda olumsuz yönde etkiler. Artan intihar olayları, konsantrasyon bozulmasına bağlı oluşan ölümcül kazalar, alkol ve uyuşturucu tüketiminin artması, verimlilik azalması ve kariyer kaybı, okul performans kaybı, aile parçalanmaları, iş kazalarında artış, depresyon sonucu kalp-damar sistemini ilgilendiren veya benzeri bedensel rahatsızlıkların artışı bunlardan bazılarıdır.
Tedavi sonuçları çok iyi olan bu hastalıkta hem ilaç tedavileri hem psikoterapiden yararlanılır.
Bipolar bozukluk genellikle 20-30’lu yaşlar’da başlayan, mani ve depresyon ataklarıyla ve arada iyileşme dönemleri ile giden, ömür boyu süren kronik bir hastalıktır. Manik depresif hastalık, İki uçlu ya da kutuplu bozukluğu olarak da bilinmektedir. Mizaç – huy – yapı; Karakter; Kişilik özelliği olup olmadığı tartışılmışsa da Hastalık olduğu kabul görmüştür. 20 yaş öncesi ya da 40 yaş sonrası da başlayabilir. Tüm dünyada benzer sıklıktadır, Kadın erkek farkı yoktur ve yaklaşık her 100 kişiden 1-2’sinde ortaya çıkar. Genetik Yatkınlığı olan kişilerde çevresel strese maruziyet sonrası ataklar ortaya çıkar. Tek yumurta ikizleride eş hastalanma sıklığı %45-70’dir yani sadece genetik kökenli değildir.
Mani en az 4 gün süren, belirtilerin gün boyu sürdüğü ve ilişkileri ve işlevselliğini bozduğu, coşkulu-taşkın-mutlu-tepede-zirvede hissettiği, uyumadığı ancak enerjik olduğu, aşırı sosyal olduğu, özgüvenin arttığı, korkusuz olduğu, bazen sinirli olabildiği, hızlı düşündüğü, yeni yaratıcı düşünceler-planlarının olduğu, dikkatini toparlayamadığı, olayları değerlendirme ve yargılamasının bozulabildiği, hasta olduğunu kabul etmediği, tehlikeli davranışlarda bulunabildiği (kumar oynama, alkol madde kullanımı, çok para harcama, düşüncesiz cinsellik, bağırarak konuşma, kavgaya karışma), cinsel isteğin artığı, dürtüsel olduğu bir hastalık dönemidir.
İlk hastalık dönemi mani ya da depresyon olabilir, İlk hastalık dönemi ile ikincisi arasında 3-10 yıllık ara olabilir, Koruyucu tedavi olmazsa tekrarlar. İlerleyen yıllarda mani ve depresyon belirtilerini aynı anda içeren karma hastalık dönemleri olabilir. Alkol madde kullanımı hastalığın seyrini olumsuz etkilerken koruyucu tedavilerle ataklar önlenir ve hastalığın iş, evlilik, sosyal ilişkiler aile hayatı üzerine olumsuz etkileri olmaksızın yaşamını sürdürebilir. Oysa tedavisiz kalan hastalıkta bütün bu yaşam alanları bozulur. Bu hastalıkla ilgili en sık karşılaştığımız yanlış inançlar; “Güçlü olursam, üzülmezsem bu hastalığı yenebilirim”, “Üzüldüğüm ya da sıkıldığım için hasta oldum”, “Bu hastalık, cin, peri, büyü işi ve hoca tedavisi gerektirir”, “Bu hastalık nedeniyle hayattaki hedeflerimden vazgeçmeli, beklentilerimi azaltmalıyım”, “İlaçlar bağımlılık yapar, beynimi ve bedenimi uyuşturur”, “Bir süredir hastalanmadığıma göre iyileştim demektir”, “ilaçlarımı kesebilirim, İlaç aldığıma göre “hastayım” demektir ”.. sayılabilir. Oysa beyin de diğer organlar gibi hastalanabilir, bipolar bozukluk bir beyin hastalığıdır ve tedavi yanıtı çok iyidir. Tedaviden değil tedavisiz kalırsanız korkmalısınız.
Tedavide amaç atak dönemlerini iyileştirmek ve yeni hastalık dönemlerini önlemektir. Sadece hastalık dönemlerinin tedavisi yeterli değildir çünkü atakların tekrarı önlenmezse yıkım gelişir, kişi performansının altında bir hayat sürmek zorunda kalır. Akut dönem ve koruyucu dönemde duygudurum dengeleyici ilaçlar kullanılır. Bazen ek olarak uyku düzenleyici, antipsikotik çok nadirende antidepresan ilaçlar kullanılabilir.
İlkel ortamda korku tepkisi uyumu sağlar. Korkutucu uyaran amigdaladan beynin diğer merkezlerine yayılan otonomik ve davranışsal tepkilere yol açar. Bunlar çarpıntı, kalp atımlarında hızlanma (kan akımını hızlandırır bu dokulara daha fazla oksijen gönderilmesini dokularda oluşan yıkım ürünlerinin de daha çabuk atılmasını sağlar), hızlı soluk alıp verme (dokuların artan oksijen oksijene ihtiyacını karşılanmasına yardımcı olur), terleme (vücudu soğutma, kolay tutulamama), sersemlik (kanda oksijen artışı, kanın vucudun büyük kaslarına yönelmesi), ellerde ayakta soğuma (kanın periferden çekilerek yaralanmalarda kan kaybını azaltma), donakalma (rakibi tarafından görülmeme) gibi tepkilerdir. İlkel hayatımızda işe yarayan oysa günümüz dünyasında ortaya çıktığında kaygı bozukluğuna yol açan bu bedensel tepkiler aslında sadece birer savunmadır. Oysa günümüz dünyasında anlaşılmaz ve korkutur. Eğer ortam aslında güvenli ama biz tehlike varsayıyor isek işte bu kaygıdır ve bu bedensel belirtiler eşlik eder.
Kaygı bozukluğu ile karşılaştığımızda öncelikle genel tıbbi durum değerlendirmesi, kullanılan maddelerin (kafein, sempatomimetikler, bitkisel) gözden geçirilmesi önemlidir. Fiziksel hastalığı olmayan genç ve tipik kaygı belirtileri taşıyan kişilerde temel labaratuar incelemeleri, daha ileri yaşşda ve bedensel hastalığı olanlarda ileri labaratuar incelemeleri yapılır.
Kaygı bozuklukları sıktır. Tahmini yaşam boyu görülme sıklığı panik bozukluğunda %2.3-2.7, yaygın anksiyete bozukluğu %4.1-6.6, obsesif kompulsif bozukluk ta %2.3-2.6, travma sonrası stres bozukluğu %1-9.3, sosyal fobi %6-13.3 (en yaygın ve erken yaş (11-20 yaş) başlangıçlıdır) sıklıktadır. Kadınlarda daha sıktır. Kadın:erkek oranı yaşam boyu 3:2’dir. Hem genetik hem de çevresel etmenlerle ortaya çıkar. Hemen her yaşta; çocuklarda (ayrılık anksiyetesi), ergenlerde, erişkinlerde ve ileri yaşlarda (tıbbi hastalıklara, madde kullanımına, depresyona eşlik eden) görülür. Kişinin yaşam kalitesi ve yetilerini bozar.
Tedavide acil servis başvurularında çeşitli anksiyolitik tedaviler kullanılır. Psikiyatrik tedavide kapsamlı yaklaşım önemlidir. Genel tıbbi durum ve beslenme (kafein, tezgah altı ilaç, bitkisel) değerlendirildikten sonra ve kişiyle birlikte karar verilerek farmakoterapi/psikoterapi birlikte ya da ayrı ayrı ayrı uygulanabilir. Masaj terapi (Kas gerginliği), başetme becerileri bozulmuşsa sosyal yaklaşımlar gereklidir.
Belirgin bir bedensel hastalığa bağlı olmayan (çarpıntı, nefes darlığı vb.) bedensel duyumlar vardır ve bunlar içsel bir felaketin (kalp krizi, soluk kesilmesi, inme, aklını kaybetme) işareti olarak (katastrofik) yorumlanır. Yoğun korku nedeniyle bedensel belirtilerin şiddeti gittikçe artar ve bu artış da kişi tarafından felaketleştirmesinin doğru olduğu, gerçekten kalp krizi geçiriyor olduğu şeklinde düşünülür.
İlk Panik Atakda bedensel belirtilere yol açan sıklıkla masum bedensel bir sebeptir. Yorgunluk, Grip, ÜSY, Gastroenterit, allerji, anksiyete, alkol, hipoglisemi, hipotansiyon,ilaç, kahve, madde, korkutucu bir düşünce bunlara örnektir. Fakat daha sonraki ataklarda beklenti anksiyetesi (bir daha ne zaman atak geçireceğim korkusu) ile bedene odaklanma sonucu herhangi bir masum bedensel belirti ile ataklar tekrarlar. Özellikle kişi atağı belli bir ortamla eşleştirip (örneğin evde yalnızken geçirmiştim) korkarsa o ortamlarda atak yaşamaya başlar.
Panik Atak yaklaşık %10 sıklıkla karşımıza çıkarken Panik Bozukluk sıklığı %1-2 düzeyindedir. Belirtilerin zararlı olarak değerlendirilmesi, belirtilere karşı duyarlılaşma ve bunların sonucu kaçınmaların gelişmesi ile panik bozukluk gelişir.
Hem ilaç hemde psikoterapi ile tedavi başarısı çok yüksek olan bu hastalık tedavisiz kaldığında ise suisid dahil çok ciddi yaşamı bozan hatta tehdit eden sonuçlara yol açmaktadır.
Endişe duymak normaldir. Ancak yaygın anksiyete bozukluğu olan kişilerin endişeleri içerikleri aynı olmasına rağmen endişenin kontrol edilememesi ve sonuçlarıyla ilgili felaketleştirmelerinin yoğunluğuyla farklıdırlar.
Huzursuzluk, gerginlik, köşeye sıkışmış hissetme, kolay yorulma, konsantrasyon güçlüğü, kafa karışıklığı, irritabilite (gergin tahammülsüz sinirli olma), kas gerginliği, uyku bozukluğu yakınmaları vardır.
Sıklıkla “endişelenmek ilerdeki sorunlarla başetmede yardımcı olur”, “endişelenirsem hep hazır olurum”, “eğer endişelenmezsem kötü şeyler olur” gibi endişe hakkında olumlu ve “endişelenmek beni çıldırtabilir”, “Endişelenmek normal değildir”, “Endişelerimi kontrol edememem” gibi olumsuz düşüncelere sahiptirler.
Maalesef tedavi başvurmayan, halk arasında vesveseli, evhamlı ve sanki kişilik özelliği gibi değerlendirilen bu durum hem ruhsal sağlığı, ilişkileri hemde bedensel sağlığı bozmaktadır. Sıklıkla tedavi başvurusu geç olmaktadır. Oysa ilaç ve psikoterapi ile tedavi başarısı iyidir.
Çocukluk çağında başlar. “Konuşamayacağım”, “hoş biri değilim”, “insanlar bana bakacak”,“korkudan donakalacağım”, “bir şeyleri döküp saçacağım”, “saçma sapan yada gülünç konuşacağım” gibi düşüncelerle özelikle dikkat çektiğini düşündüğü kalabalık ortamlarda çeşitli kaçınma davranışlarında bulunurlar. Bu davranışlar arasında alkol kullanma, dikkat çekmemeye çalışma, göz temasından kaçınma, az konuşma, soru sormaktan kaçınma, yüzünü saklama, doğru kelimeleri bulma çabası, dış görünümün iyi olmasına gayret, çok konuşma, fincan veya bardağı sıkı tutma, koruyucu giysiler giyme ya da makyaj, sakin gözükme, diğer şeyleri düşünmeye çalışma bulunabilir. Erken yaşta erken müdahele ile tedavi yanıtı yüksektir.
Sağlık sistemindeki aksaklıklarında arttırdığı bir kaygı bozukluğudur. Sağlıkla aşırı uğraş, bedene dikkat, belirtilerin olumsuz yorumlanması, tıbbi ve tıbbi olmayan bilgilere seçici dikkat ve inançsızlık, kalıcı biçimde güvence arama/beden durumunu kontrol/bilgi arama davranışlarıyla gider. Bu kişilerde saık rastlana inançlar; “sağlıklılık” demek çok az yada hiç belirti olmamasıdır, “zayıf/dayanaksızım, her an hastalanabilirim”, “kişinin sağlığıyla ilgili yüzde yüz emin olması mümkündür, gereklidir”, “doktorlar benim bütün belirtilerimi açıklayabilmelidir”, “eğer bir doktor benden bir tetkik istediyse bunun anlamı bende bir sorun olduğunu düşünmesidir” , “testin yapıldığı sırada belirtileriniz yoksa test doğru çıkmaz”, “eğer bir doktor sadece dinleyerek ‘bir şeyiniz yok derse’ ona güvenilemez, güvenilir bir inceleme detaylı bir görüşme ve laboratuar testlerini gerektirir” gibi düşüncelerdir.
Dış bir güç veya etki tarafından değil hastanın kendi zihninden kaynaklandığı bildiği, tekrarlayıcı ve nahoştur, hastanın direnmeye çalıştığı (uzun süreli durumlarda bu direnç azalmış olabilir), direnilemeyen en az bir obsesyon(takıntılı düşünce) veya kompulsiyonun (takıntılı davranış), en az iki haftalık bir periyot içinde çoğu günlerde olması ile karakterize bir hastalıktır. Obsesyonun düşünülmesi veya kompülsiyon davranışının yapılması haz verici değildir. Bu geçici olarak gerilimi azaltır. Obsesyon veya kompülsiyon sıkıntıya yol açar, zaman kaybına yol açarak hastanın sosyal ve bireysel yaşamını bozar. %0,5 ila %2.5 arasında sıklık oranları bildirilmektedir. Kadın ve erkeklerde sıklığı eşittir. Genellikle ergenlikte veya genç erişkinlikde başlar. Tedavisiz kalırsa yaşamı bozar, eve kapanma, çalışamama, sosyal hayatın olmaması, aile ilişkilerinin bozulmasına yol açar.
Obsesyonel temalara benzer intruziv düşüncelerin toplumda sıklığı %90’dır. Bunlar örneğin; “Birini yaralama veya zarar verme isteği”, “çirkin bir şeyler söyleme ve birine lanet okuma isteği”, “yakın bir arkadaşın veya bir aile üyesinin zara görmesini veya ölümünü isteme”, “cinsel ilişki esnasında şiddet hareketleri düşüncesi”, “arabayı çarpma isteği”, “insanların yanlış davranışlarıyla ilgili olarak Neden bunu yaptılar? Bunu yapmamalılar!”, “kedi veya evcil hayvanlara saldırmak, boğma isteği”, “yakın veya sevdiği biri veya diğer bir kişiyi kastederek “keşke ölseydi” düşüncesi”, “fiziksel şiddet kullanarak eşine zarar verme düşüncesi”, “saldırarak vahşi biçimde birini cezalandırma. Örneğin çocuğunu otobüsten aşağı fırlatmayı istemek”, “eşine ağrı verebilecek cinsel uygulamalar yapma isteği”, “bir suç haberi okurken bunu ben mi yaptım düşüncesi”, “aniden çıldırabileceği düşüncesi”, “yakın birinin öldüğü veya zarar gördüğünü dilemek veya hayal etmek”,”evcil hayvanları ezerek öldürme isteği”, “belli bir cümle cümleciği zihinden atamama”, “çocuğuna zarar verme (bıçak, ağır bir nesneyi fırlatma) isteği”, “olağandışı cinsel eylemlerle ilgili düşünceler”, “birine fiziksel olmayan bir biçimde zarar vermiş olma düşüncesi”, “insanlara kaba davranışlar yapmak ve çirkin şeyler söyleme isteği”, “günah ya da yasak sözlerin düşünülmesi”, “dini toplantı ve ibadetlerde yasak hayaller, görüntüler” sayılabilir.
Bu düşüncelerin obsesif kompulsif bozukluğu olan kişilerin düşüncelerinden içerik olarak farksız da önemsizdir ancak obsesif kompulsif bozukluğu olan kişilerin düşünceleri daha sık, daha yoğun, daha uzun süreli, daha çok inanılan, daha çok sıkıntı verici (olumsuz duygulanımla bağlantılı), daha ısrarlı ve yapışkandır ve tekrarlayan kompulsiyonlar eşlik eder. Yüksek moral standartları olan, özel kognitif eğilimleri olan (düşünce eylem aynılığı ve sorumluluk açısından), depresyon ve anksiyete bozukluğunun varlığı obsesif kompulsif bozukluğu ortaya çıkarabilir. Birine zarar verilebilecek herhangi bir durum, hata yapılabilecek durumlar, sıkıntı verici düşünceleri hatırlatan yerler, görsel ya da sözel uyaranlar, kişiler obsesyonları başlatabilir.
Obsesif kişiler temel olarak şu düşünceleri taşırlar; “Kendine ya da diğer insanlara zarar vermekten sorumlu olma= Olumsuz bir olasılıkla ilgili düşünmek bu sonuca yol açmış olmaktır, bir şeyler yapmamak o sonuca yol açmak demektir” , “Bir eylemle ilgili düşünmek onu yapmak gibidir”, “Kendine ya da başkasına gelebilecek bir zararı önleyememek (ya da önlemeye çalışmamak) o zarara neden olmak demektir”, “Sorumluluk bir olayın olasılığının az olmasıyla azalmaz”,”bir düşünceyi önlemeye çalışmamak o düşüncenin konusu gerçekleştiğinde ortaya çıkacak zararlı durumu aramak ve istemekle aynı anlamlıdır”, “Kişi düşüncelerini kontrol edebilmelidir –etmelidir”, “Düşünce ve benzer zihinsel ürünlerin önemini abartma (düşünceyle eylemi eş görme, büyüsel düşünce)”, “Bireyin kendi kontrolünün ötesindeki olaylarla ve kötü bir sonuca yol açmış olmakla ilgili abartılı sorumluluk anlayışı”, “Mutlak kesinlik, düşünceler ve eylemler üzerinde tam veya mükemmel kontrol sahibi olmak gibi kusursuz durum arayışı”, “Olumsuz olayların olasılığını ve kötü sonuçlarını olduğundan daha yüksek sanma”, “Düşüncelerin yol açtığı anksiyetenin kabullenilemez veya tehlikeli olduğuna inanma”.
Genellikle obsesyona bir tepki olarak doğan kişinin yapmaktan kendini alıkoyamadığı yineleyici davranışlar=kompülsiyonlara şunlar örnek verilebilir; “El yıkama, temizleme, kontrol, soru sorma”, “Örtük kompulsiyon ve ritüeller= Dua etme, Sayı sayma, Zihinde listeleme, Nötralize edici düşünce veya imgeyi akla getirme, Aynı eylemi düşünce yokken tekrar gerçekleştirerek nötralize etme, Belli etkinlikleri zihinden geçirme, Bazı cümlecikleri içinden tekrarlama”
İlaç tedavilerinin yanısıra bilişsel davranışçı psikoterapiler birinci sıra etkin tedavilerdir.
Bilgi Almak veya Randevu Talep Etmek için aşağıda bulunan formu kullanabilirsiniz.